29 Kasım 2011 Salı

- insanlar birbirleri dışında her şeye ne çok dikkat ediyor bazen. ne kadar sarılıyor bir fikre mesela, veya bir nesneye... bir ihtimamşinaslık, bir hürmet, bir kadrinibilirlik.
- evet, ne garip. biz kendimizle bile konuşmaya çalışırken ne taklalar atıyoruz... yok yok sebebi belli. ifadesizlik. ve üstelik herkesin her şeye rağmen kendini ifade ettiği bu dünyada. yani bu dahaneler dünyasında. öyle ya, kaçmak bile bir anlam kazanabiliyor o zaman.
- bugün bal damlıyor ağzından. ve sanki tek yapmak gerekenin, kendine bir kaçış yolu yaratıp, bir şekilde diğer kaçış yollarıyla birleşmek olduğu çıkıyor ortaya birden. ne iyinin ne de kötünün tekeline göz dikerek, doğru ahlak, doğru davranış diye yırtındığımız ama üzerinde zerre fikrimizin olmadığı şeyi üstümüze bayrak gibi geçirmeden. belki o pos bıyıklı muhteremin dediği gibi, ama bizler kendi hayatlarımızın ozanları olmak istiyoruz; ve ilkin en küçük şeylerde. ama bu da, bir labirentin içinde selametin yollarını gıdım gıdım kemire kemire açmaya çalışmak olmasın? bir fare için hakikat kocaman bir peynir olabilir mi?
- it doesn't matter how slow you go, as long as you go.
- bana tumblr alıntılarıyla da mı gelecektin?
- doğruysa niye gelmeyeyim? popin kaça senin? havan kime?
- bak yine nereye getirdin lafı... havamızı ala ala atacak hava mı kaldı?
- boşversene sen sür rahvan atları.
- cümle düşürüp, kıçına kafiye takarak şiir mi yazacağını sandın bir an? hayatının ozanı ol dedi adam, hemen cıvıdın.
- neyse hava almak iyidir. ben havamı aldıktan sonra, bir tane soğuk su içiyorum, iyi geliyor. oksijen ve hidrojen esansımı hatırlıyorum birden. böylece hava kaçırmıyor, şu güzel ortamı sulandırmıyorum. beni bu güzel oyun havaları mahvetti bile demiyorum.
- demiyorum deyip demek. seçmek veya seçmemek, işte bütün mesele bu hamlet !

28 Kasım 2011 Pazartesi

"Bu bakımdan, en ikna edici aşk sözcüğü, bütün olası “seni seviyorum”larda, yani içinde hem korku, hem şüphe, hem de umudun halen yankılandığı şeytan çıkarmalarda olmaktan ziyade, şu türden karşılıklı bir açıklamadadır: “seninleyken sıkılmıyorum”, bu, basit bir şekilde, gerçek beklentinin boşa çıkmadığını, kendimizi hemen hemen kabul görmüş bulduğumuzu ve ikinci yalnızlığın hemen hemen savıldığını söyler. En beter tersliklerden bağımsız olarak, tıpkı en güzel meziyetlere rağmen, tüm yarım kulakla dinlemelerin ötesinde, dikkat eksikliğidir tam da aşkta sıkıntıyı su yüzüne çıkaran. Burada bir sınır olduğu aşikar. Aşk tasarısını tehlikeye atan ve ona şevkle sarılmamızı engelleyen bütün diğer gediklerin örneği olarak alacağız bu sınırı.
Bu sınır başka türlü de dile getirilebilir. Sevmenin gerçekten ne olabileceğinin işareti olarak kendini hepten vermek, eğer buna eşit bir kendini unutma eşlik etmiyorsa, aldatıcı ve düzenbaz olmayı sürdürür. Kendini unutmak bundan zor iş bazı tabiatlar için. Delilikle burun buruna gelmeyi kabullenmektir, insanın kendisini, kendine yarı yabancı ve içerden savunmasız, aşırı bir sürgünde bulmanın baş dönmesiyle tanıştırır. Peki ya bu anlamda sadece delileri sevmek mümkün olsaydı? veya yalnızca onlar sevme yetisine sahip olsaydı? Peki, ya dolu dolu paylaşılan aşk sadece, sonunda bu sürgünü bir yoksunluk değil de bir özgürleşme olarak almaya yatkın iki varlığın yakınlaşmasında mümkün olsaydı? Bu da aşkın bir hilesi olmasın ya da, tıpkı aklın hileleri vardır denildiği gibi? Peki ya o zaman “ben”den kurtulmak hakikaten buysa? – gerçekten de kendisiyle aynı özden olan “vatan” kadar budala olan şu “ben”den? Bu basittir. Ruhta biçimlenen sevme tasarısı yalnızca, ruha sahip olmanın başıboşluğa saldığı kişilerde gerçek anlamını kazanır."

26 Kasım 2011 Cumartesi

hiç çalışmayanı duygunu sömürür kaldırımlarda. ruhunun peşinde olansa hep çalışandı di mi. hani şu durmaksızın üreten tüketen arzulayan makina. handiyse sadece çalışmak için yaratılmış. çalışmak için çalışmak. sanat için sanat, felsefe için felsefe, bilim için bilim, herkes kendine çalışmaya başladı iyi mi. kimisi de der ki, hiç durmadan çalışanın suçu hep, dişlerini durmadan ruhlara geçirmeye yeltendiğinden. ben almanmışım, ben anlarmışım gibi zeitgeist'ın dasein'ından kana kana içen vampirler. ataletten, yavaşlıktan, aylaklıktan nasibini almamış üşengeçler. bana varlığı sözcüklere sokturmaya çalışan gulu gulu vakvaklar. egomu, süperegomu, pek o kadar süper olmayan egomu, daseinımı, benliğimi, idimi, esansımı, egzistansımı, varlığımı, özümü, içimi parçık pinçik eden gaydırıguppaklar. oldu oldu, başardınız. ve özne öldü, yaşasın özne !

bonus track:
ne uzun yürüyüşler yaptım kendime. sokaklarında aklın yolu birdirbir oynardı tek mi çift misine uzun eşeklerin. keşfettim içeriyi bir çırpıda çocuklar sessiz. elele kolkola, kim kime dum duma, gerçek vesvese. anlamıyorum hiç, bazı şeyler teğet mi geçiyor ne, hiç anlamıyorum.

20 Kasım 2011 Pazar

sizler düzenin kurallarıyla tın tın yürürken, birilerinin varoluşu algıyı zorlaması, köşeye sıkıştırması gerekebilir, belki (kimisine) şanslı, belki (kendisine her zaman) değil. yapısı öyle bir yapılmıştır ki ölmekten daha beter olabilecek olan delirmek pahasına "evreni kanırtır"*. şamanların mesleği buydu herhalde, doğayı içlerine çekmek. işi şarlatanlığa dökmek ilk hangisinin aklına geldi acaba? bunu merak ede durayım, ne saçma bir devirde yaşıyoruz lan? yani yardım etmek bir insana onu hiç anlamadan, hiç tanımadan, sadece hayatta kalmaya devam etsin diye ona para veya yiyecek vermek. anlayan varsa beri gelsin. evet van'a gitmedim mesela, keşke gidebilseydim diye diyemiyorum, çünkü duyarlığım benden alılalı da çok oldu. akşam dokuz'dan sabah altı'ya (çalışma saatlerim bunlar) gıdım gıdım eksiltiyorum duyarlığımdan, bu sefer hayatta kalma pahasına. ve dünyada olup biten her şey, iyisiyle kötüsüyle gözbebeklerinizin içinden destursuz giriyorsa, üzülecek şeylerin çokluğundan hepimizin nasıl intihara kalkışmadığına bi hayli şaşırıyorum. siz nasıl üzülüyorsunuz bilmiyorum ama ben üzüldüm mü öyle üzülüyorum. sadece benim "orta halli", onun "aç" kategorilerinde doğmuş olması bile, daha anamın rahminden çıkar çıkmaz etik algımı al üst ediyor, bazıları şanslı doğar demek diyorum, halime şükredecek bir tanrı bile bulamıyorum (içimden kendi kendime şükretmek sayılıyordur umarım). ve biliyorum ki hayat, her an her şeyi birdenbire yıkabilir. neye uğradığınızı şaşırırsınız ve geçiyordum uğradım demeye kalmadan al aşağı ver yukarı olursunuz.
sonuçta, ne olursa olsun, aptalı da, akıllısı da, delisi de, insanoğlu hakikate aşık. bu aşkları tanrı'nın yani babanın ölümünden sonra büyük bir yara aldı elbette. baba sevgisi ağır bastı ama bu oğlu insan'ın ergenlikten yetişkinliğe geçebilmesi için en uygunu olacak. artık insan kendisiyle, doğayla ve doğasıyla başbaşa. evde yalnız kalmayı öğrensin artık, yaşı geldi de geçiyor tanrıoğluinsanın. daha evlenecek, çocuk yapacak ki insanoğlu doğsun. işimiz zor. neyse... hakikat diyorduk, demek ki ne ara gördüysek hakikati, hiç unutmamışız. ilk görüşte aşk mı yoksa? ' şok şok ! insan ve hakikat dün gece laila'dan çıkarken objektiflerimize yakalandı! kameralardan kaçan insan, biz sadece arkadaşız demekle yetindi!'
bir de insanın kendine karşı normal kalması ne zor bu şehirlerde. o yüzden size acilen biraz şizofreni, biraz da sabır yemenizi öneriyorum. normal kalabilmenin formülünü buldum, sermaye arıyorum.

19 Kasım 2011 Cumartesi

"yüz anlamdır, ve bağlamsız anlam. demek istiyorum ki, başkası, yüzünün eğilmezliğinde/dikliğinde [rectitude], bir bağlam içindeki bir kişi değildir. normalde, bir "kişi"yizdir: sorbonne'da profesörüzdür, devlet konseyinde başkan, birinin oğlu, pasaportta yazan her şey, giyinme, kendimizi tanıtma biçimimiz. ve bütün anlam, sözcüğün alışıldık anlamıyla, belli bir bağlama ilişkindir: bir şeyin anlamı başka bir şeyle olan ilişkisinde yatar. buradaysa, tam tersine, yüz kendi başına anlamdır. sen, sensindir. bu anlamda, yüzün "görülmediğini" söyleyebiliriz. yüz, düşüncenizin kuşatacağı bir içeriğe dönüşemeyendir; o içerilemeyendir [incontenable], sizi öteye taşır."

18 Kasım 2011 Cuma

dedi geçeceksin bu işleri. hangi işleri dedim. bunları işte, aşk meşk işlerini. dedim geçemem... hem daha yeni başlıyorum, nasıl geçeyim. bu da tüm saykedelik dünyalar gibi, tecrübeyle eğlenceli hale gelen bir kafa onarıcı. yani düşünsene, sen kendini bilmezken seni soktuğu hallerden sağ salim çıktın diyelim, bir de ondan sonra ne ile karşılacağını düşün. üstelik katkı maddesiz, yüzde bin doğal. yani doğada bile yok senden başka, öyle doğal!
gece bile tepemizde ışıklar. o yüzden diyorum hep, illa aydınlatacaksanız evi alttan aydınlatın diye. tanrı her zaman yanınızda olamaz. ışık da öyle her daim dikilmemeli tepenize. karanlık bu, şimdiye kadar her akşam yanında değil miydi insanın. insanı ondan ayırmak, insanı dünyadan dışarı atmaktır. ya da durdurmaktır dünyayı inecek var diye. karanlıktan kaçanlar, dünyaya sığamayanlar. evet. ne diyorduk, gece bile tepemizde ışıklar. bu durumda enerjiyi paralaştırıp, paraları enerji sektörüne yatırmak en hayırlısı olacak. isveçli bi ablanın dediği gibi, money money must be funny, yani para diyor pek fani, baki olan bu mani...

4 Kasım 2011 Cuma

on yedi yaşındaki kız kardeşim sormaya yelteniyor, abicim senin egon neden bu kadar büyük? karıştırdığın bir şey var diyorum ona. sen kendini sevmekle kendini beğenmişliği karıştırıyorsun, önce bunun üzerine bir düşün bence. evet, çok didaktik bir abiyimdir, iyi taktik verir, iyi maç yönetirdim vesselam. kavgasız, gürültüsüz... aile fertleri arası oynadığımız geleneksel halı saha şenliklerinde de öyleydi, belki oynarken pek parlamıyordum, (evin huzurunu har vurup harman savuruyorduk o zaman, salondaki o halı nasıl kaldırmıştır bunca lafın yükünü hala aklım almaz), oysa saha dışındaki performansım parmak ısırtıyordu. tüm avrupa aileleri peşimdeydi, ve bonservisimin elimde olması bile yetmiyordu. insanın doğduğu, geliştiği takımla o düşünmese bile, bir bağ, hep vardır işte. 
misal, bağ vardır bahçeye varır.. dağa çıkıp sağa döner salağa yatıp sokağa girer, şaşkınlık bu her zaman hep böyle olur. neyse işte beni anladı mı üzerine düşünecek mi bilmiyorum. kendi payıma, yine egomun o kimi zaman bedenimi yersiz yere ele geçirmelerini çok terbiyesiz, çok düşüncesiz buluyorum. ben ona bütün siz'leri yakıştırırken siz merak etmeyin.. biraz sizli bizli olmak lazım. ego dediğin yüz verdiğin an cıvıyan bir yaratık. şükür ki egolarımızdan akıllıyız da bunları dile getirebiliyoruz. namaste !