30 Aralık 2011 Cuma

merhabalar ben muzaffer. tanışalım, ben bir şizofrenim ve an itibarıyla bu blogu hacklemiş bulunmaktayım. bir şizofrenim demek gramere uymuyor. hemen takıldın olm detaya sen de. bir şizofrenlerim. evet. kaç kişiyiz bazen sayamıyorum bile. hem çokuz, hem tekiz, hem yokuz. dışarısı ve dışarıya ne kadar çokken, içeride ne kadar teksiniz ve yoksunuz ahaha. olm valla bence tanrı yoktan var eden olamaz, yoktan varolanın kendisinden başkası olamaz o. bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler tellal iken durun, lafı bir yere getircem sandınız ama durun, o yerin tam içindeyiz.

13 Aralık 2011 Salı

sessizlik üzerine yazmak gibi bütün yazmalar. keşke bir müzik enstrümanı çalsam. hadi bir şey çalsak, bir ses yaratsak, bir ahenk indirsek gökyüzünden, bir armoni yüklesek varoluşun sırtına, şanımız inse sözlerden, olsan ya bir kerecik olsa, olana bitene ole çeksen ya... neyse susalım.
yazmayı susarak yapabildiğim için seviyorum.

ol.

8 Aralık 2011 Perşembe

yine o yalnız, tek tanrılı gecelerden. kopamamış bi türlü gündüzünden, geceyim diye geçiniyor. gedikleri örtmekten aciz, herşey ayyuka. birkaç gece birleşseler anca söner bu aydınlık. o derece aydım, o derece aydınım, aydınsın, aydınlar. birkaç tekil çoğulu kenara ittik ama, tekilim hemen çoğalıyor ben napsın.

6 Aralık 2011 Salı

tamam. şimdi. sanırım şöyle bişey oluyor. tüketim ivmesi arttıkça, sıkıntı azalıyor.
tüketmediğin zaman, sıkılıyorsun.
laf tüketiyorsun, insan tüketiyorsun, yemek, film, müzik, geri dönüşümlü happy meal kutusu, ligtivide haftanın derbisi, zaradayüzdeelliindirimvar, izlepaylaş payla şizle, adamnebüyüklafetmişyaaa, bir yerden bir yere gitmek için al bileti, kağıt da, ağaç da cebinde her seferinde seninle gelsin, buradan ankaraya kaç gidiş gelişimde bir ağaç eksiliyor acaba, kaç saatimi tüketiyorum yollarda, kaçı entropiye heba kaçı empatiye, platonun son kitabını okudun mu yine yıkmış ortalığı, evet ama sonunu beğenmedim, bence senaryosu kötü, hele nakaratı, o nası sözler öyle, ajdarmühendismişbiliyormuydun...

tek düşman sıkıntı, tek çare tüketmek. düm teka düm tek, tük meka tük mek.
.
.
.
sıkılana kadar devam, tüketmedik şey kalmasın, sonra üzülürüm darılırım, rezil oluruz elaleme...

4 Aralık 2011 Pazar

her yerde sirenler, alarmlar, ziller ama ben duymuyorum. ey yangını uçurtmaya dönüşenler, sizden mi uğulduyor bu sessizlik !

2 Aralık 2011 Cuma

bugünden sorumuz: hayatta acziyete yer var mı?

beni hiçbir yere götürmeyen bir gemi var masamın kıyısında. yanındaysa boş bir boşluk. bu gece de böyle işte, yalnızlığın yarattığı yapayalnızlığı yaşıyoruz durmadan. yapa yapayalnızlık belki, kim bilir, öyle ya, sonsuza değin. bazan yapa yapa artık yapamadığımız şeyler de var mıdır acaba? yoksa her şeyi bir kenara bırakıp, bu yaştan sonra büyük ünlü uyumuna mı uysam, büyüğümüzdür en azından ona mı uysam mesela.. sonra da misal vere vere yine düşsem, yine yenilsem aynı tuzağa. hayatta acziyete yer var, olmazsa da biz açarız, ne de olsa biz, kimolursanolgellerdeniz. bak ellerim deniz oldu şimdi de. şimdi de çok peynirli bir kraker. hayatta acziyete elbette ki yer var, o kadar var ki, bir hiç olmanın dayanılmaz kudretini hissettirecek kadar.

29 Kasım 2011 Salı

- insanlar birbirleri dışında her şeye ne çok dikkat ediyor bazen. ne kadar sarılıyor bir fikre mesela, veya bir nesneye... bir ihtimamşinaslık, bir hürmet, bir kadrinibilirlik.
- evet, ne garip. biz kendimizle bile konuşmaya çalışırken ne taklalar atıyoruz... yok yok sebebi belli. ifadesizlik. ve üstelik herkesin her şeye rağmen kendini ifade ettiği bu dünyada. yani bu dahaneler dünyasında. öyle ya, kaçmak bile bir anlam kazanabiliyor o zaman.
- bugün bal damlıyor ağzından. ve sanki tek yapmak gerekenin, kendine bir kaçış yolu yaratıp, bir şekilde diğer kaçış yollarıyla birleşmek olduğu çıkıyor ortaya birden. ne iyinin ne de kötünün tekeline göz dikerek, doğru ahlak, doğru davranış diye yırtındığımız ama üzerinde zerre fikrimizin olmadığı şeyi üstümüze bayrak gibi geçirmeden. belki o pos bıyıklı muhteremin dediği gibi, ama bizler kendi hayatlarımızın ozanları olmak istiyoruz; ve ilkin en küçük şeylerde. ama bu da, bir labirentin içinde selametin yollarını gıdım gıdım kemire kemire açmaya çalışmak olmasın? bir fare için hakikat kocaman bir peynir olabilir mi?
- it doesn't matter how slow you go, as long as you go.
- bana tumblr alıntılarıyla da mı gelecektin?
- doğruysa niye gelmeyeyim? popin kaça senin? havan kime?
- bak yine nereye getirdin lafı... havamızı ala ala atacak hava mı kaldı?
- boşversene sen sür rahvan atları.
- cümle düşürüp, kıçına kafiye takarak şiir mi yazacağını sandın bir an? hayatının ozanı ol dedi adam, hemen cıvıdın.
- neyse hava almak iyidir. ben havamı aldıktan sonra, bir tane soğuk su içiyorum, iyi geliyor. oksijen ve hidrojen esansımı hatırlıyorum birden. böylece hava kaçırmıyor, şu güzel ortamı sulandırmıyorum. beni bu güzel oyun havaları mahvetti bile demiyorum.
- demiyorum deyip demek. seçmek veya seçmemek, işte bütün mesele bu hamlet !

28 Kasım 2011 Pazartesi

"Bu bakımdan, en ikna edici aşk sözcüğü, bütün olası “seni seviyorum”larda, yani içinde hem korku, hem şüphe, hem de umudun halen yankılandığı şeytan çıkarmalarda olmaktan ziyade, şu türden karşılıklı bir açıklamadadır: “seninleyken sıkılmıyorum”, bu, basit bir şekilde, gerçek beklentinin boşa çıkmadığını, kendimizi hemen hemen kabul görmüş bulduğumuzu ve ikinci yalnızlığın hemen hemen savıldığını söyler. En beter tersliklerden bağımsız olarak, tıpkı en güzel meziyetlere rağmen, tüm yarım kulakla dinlemelerin ötesinde, dikkat eksikliğidir tam da aşkta sıkıntıyı su yüzüne çıkaran. Burada bir sınır olduğu aşikar. Aşk tasarısını tehlikeye atan ve ona şevkle sarılmamızı engelleyen bütün diğer gediklerin örneği olarak alacağız bu sınırı.
Bu sınır başka türlü de dile getirilebilir. Sevmenin gerçekten ne olabileceğinin işareti olarak kendini hepten vermek, eğer buna eşit bir kendini unutma eşlik etmiyorsa, aldatıcı ve düzenbaz olmayı sürdürür. Kendini unutmak bundan zor iş bazı tabiatlar için. Delilikle burun buruna gelmeyi kabullenmektir, insanın kendisini, kendine yarı yabancı ve içerden savunmasız, aşırı bir sürgünde bulmanın baş dönmesiyle tanıştırır. Peki ya bu anlamda sadece delileri sevmek mümkün olsaydı? veya yalnızca onlar sevme yetisine sahip olsaydı? Peki, ya dolu dolu paylaşılan aşk sadece, sonunda bu sürgünü bir yoksunluk değil de bir özgürleşme olarak almaya yatkın iki varlığın yakınlaşmasında mümkün olsaydı? Bu da aşkın bir hilesi olmasın ya da, tıpkı aklın hileleri vardır denildiği gibi? Peki ya o zaman “ben”den kurtulmak hakikaten buysa? – gerçekten de kendisiyle aynı özden olan “vatan” kadar budala olan şu “ben”den? Bu basittir. Ruhta biçimlenen sevme tasarısı yalnızca, ruha sahip olmanın başıboşluğa saldığı kişilerde gerçek anlamını kazanır."

26 Kasım 2011 Cumartesi

hiç çalışmayanı duygunu sömürür kaldırımlarda. ruhunun peşinde olansa hep çalışandı di mi. hani şu durmaksızın üreten tüketen arzulayan makina. handiyse sadece çalışmak için yaratılmış. çalışmak için çalışmak. sanat için sanat, felsefe için felsefe, bilim için bilim, herkes kendine çalışmaya başladı iyi mi. kimisi de der ki, hiç durmadan çalışanın suçu hep, dişlerini durmadan ruhlara geçirmeye yeltendiğinden. ben almanmışım, ben anlarmışım gibi zeitgeist'ın dasein'ından kana kana içen vampirler. ataletten, yavaşlıktan, aylaklıktan nasibini almamış üşengeçler. bana varlığı sözcüklere sokturmaya çalışan gulu gulu vakvaklar. egomu, süperegomu, pek o kadar süper olmayan egomu, daseinımı, benliğimi, idimi, esansımı, egzistansımı, varlığımı, özümü, içimi parçık pinçik eden gaydırıguppaklar. oldu oldu, başardınız. ve özne öldü, yaşasın özne !

bonus track:
ne uzun yürüyüşler yaptım kendime. sokaklarında aklın yolu birdirbir oynardı tek mi çift misine uzun eşeklerin. keşfettim içeriyi bir çırpıda çocuklar sessiz. elele kolkola, kim kime dum duma, gerçek vesvese. anlamıyorum hiç, bazı şeyler teğet mi geçiyor ne, hiç anlamıyorum.

20 Kasım 2011 Pazar

sizler düzenin kurallarıyla tın tın yürürken, birilerinin varoluşu algıyı zorlaması, köşeye sıkıştırması gerekebilir, belki (kimisine) şanslı, belki (kendisine her zaman) değil. yapısı öyle bir yapılmıştır ki ölmekten daha beter olabilecek olan delirmek pahasına "evreni kanırtır"*. şamanların mesleği buydu herhalde, doğayı içlerine çekmek. işi şarlatanlığa dökmek ilk hangisinin aklına geldi acaba? bunu merak ede durayım, ne saçma bir devirde yaşıyoruz lan? yani yardım etmek bir insana onu hiç anlamadan, hiç tanımadan, sadece hayatta kalmaya devam etsin diye ona para veya yiyecek vermek. anlayan varsa beri gelsin. evet van'a gitmedim mesela, keşke gidebilseydim diye diyemiyorum, çünkü duyarlığım benden alılalı da çok oldu. akşam dokuz'dan sabah altı'ya (çalışma saatlerim bunlar) gıdım gıdım eksiltiyorum duyarlığımdan, bu sefer hayatta kalma pahasına. ve dünyada olup biten her şey, iyisiyle kötüsüyle gözbebeklerinizin içinden destursuz giriyorsa, üzülecek şeylerin çokluğundan hepimizin nasıl intihara kalkışmadığına bi hayli şaşırıyorum. siz nasıl üzülüyorsunuz bilmiyorum ama ben üzüldüm mü öyle üzülüyorum. sadece benim "orta halli", onun "aç" kategorilerinde doğmuş olması bile, daha anamın rahminden çıkar çıkmaz etik algımı al üst ediyor, bazıları şanslı doğar demek diyorum, halime şükredecek bir tanrı bile bulamıyorum (içimden kendi kendime şükretmek sayılıyordur umarım). ve biliyorum ki hayat, her an her şeyi birdenbire yıkabilir. neye uğradığınızı şaşırırsınız ve geçiyordum uğradım demeye kalmadan al aşağı ver yukarı olursunuz.
sonuçta, ne olursa olsun, aptalı da, akıllısı da, delisi de, insanoğlu hakikate aşık. bu aşkları tanrı'nın yani babanın ölümünden sonra büyük bir yara aldı elbette. baba sevgisi ağır bastı ama bu oğlu insan'ın ergenlikten yetişkinliğe geçebilmesi için en uygunu olacak. artık insan kendisiyle, doğayla ve doğasıyla başbaşa. evde yalnız kalmayı öğrensin artık, yaşı geldi de geçiyor tanrıoğluinsanın. daha evlenecek, çocuk yapacak ki insanoğlu doğsun. işimiz zor. neyse... hakikat diyorduk, demek ki ne ara gördüysek hakikati, hiç unutmamışız. ilk görüşte aşk mı yoksa? ' şok şok ! insan ve hakikat dün gece laila'dan çıkarken objektiflerimize yakalandı! kameralardan kaçan insan, biz sadece arkadaşız demekle yetindi!'
bir de insanın kendine karşı normal kalması ne zor bu şehirlerde. o yüzden size acilen biraz şizofreni, biraz da sabır yemenizi öneriyorum. normal kalabilmenin formülünü buldum, sermaye arıyorum.

19 Kasım 2011 Cumartesi

"yüz anlamdır, ve bağlamsız anlam. demek istiyorum ki, başkası, yüzünün eğilmezliğinde/dikliğinde [rectitude], bir bağlam içindeki bir kişi değildir. normalde, bir "kişi"yizdir: sorbonne'da profesörüzdür, devlet konseyinde başkan, birinin oğlu, pasaportta yazan her şey, giyinme, kendimizi tanıtma biçimimiz. ve bütün anlam, sözcüğün alışıldık anlamıyla, belli bir bağlama ilişkindir: bir şeyin anlamı başka bir şeyle olan ilişkisinde yatar. buradaysa, tam tersine, yüz kendi başına anlamdır. sen, sensindir. bu anlamda, yüzün "görülmediğini" söyleyebiliriz. yüz, düşüncenizin kuşatacağı bir içeriğe dönüşemeyendir; o içerilemeyendir [incontenable], sizi öteye taşır."

18 Kasım 2011 Cuma

dedi geçeceksin bu işleri. hangi işleri dedim. bunları işte, aşk meşk işlerini. dedim geçemem... hem daha yeni başlıyorum, nasıl geçeyim. bu da tüm saykedelik dünyalar gibi, tecrübeyle eğlenceli hale gelen bir kafa onarıcı. yani düşünsene, sen kendini bilmezken seni soktuğu hallerden sağ salim çıktın diyelim, bir de ondan sonra ne ile karşılacağını düşün. üstelik katkı maddesiz, yüzde bin doğal. yani doğada bile yok senden başka, öyle doğal!
gece bile tepemizde ışıklar. o yüzden diyorum hep, illa aydınlatacaksanız evi alttan aydınlatın diye. tanrı her zaman yanınızda olamaz. ışık da öyle her daim dikilmemeli tepenize. karanlık bu, şimdiye kadar her akşam yanında değil miydi insanın. insanı ondan ayırmak, insanı dünyadan dışarı atmaktır. ya da durdurmaktır dünyayı inecek var diye. karanlıktan kaçanlar, dünyaya sığamayanlar. evet. ne diyorduk, gece bile tepemizde ışıklar. bu durumda enerjiyi paralaştırıp, paraları enerji sektörüne yatırmak en hayırlısı olacak. isveçli bi ablanın dediği gibi, money money must be funny, yani para diyor pek fani, baki olan bu mani...

4 Kasım 2011 Cuma

on yedi yaşındaki kız kardeşim sormaya yelteniyor, abicim senin egon neden bu kadar büyük? karıştırdığın bir şey var diyorum ona. sen kendini sevmekle kendini beğenmişliği karıştırıyorsun, önce bunun üzerine bir düşün bence. evet, çok didaktik bir abiyimdir, iyi taktik verir, iyi maç yönetirdim vesselam. kavgasız, gürültüsüz... aile fertleri arası oynadığımız geleneksel halı saha şenliklerinde de öyleydi, belki oynarken pek parlamıyordum, (evin huzurunu har vurup harman savuruyorduk o zaman, salondaki o halı nasıl kaldırmıştır bunca lafın yükünü hala aklım almaz), oysa saha dışındaki performansım parmak ısırtıyordu. tüm avrupa aileleri peşimdeydi, ve bonservisimin elimde olması bile yetmiyordu. insanın doğduğu, geliştiği takımla o düşünmese bile, bir bağ, hep vardır işte. 
misal, bağ vardır bahçeye varır.. dağa çıkıp sağa döner salağa yatıp sokağa girer, şaşkınlık bu her zaman hep böyle olur. neyse işte beni anladı mı üzerine düşünecek mi bilmiyorum. kendi payıma, yine egomun o kimi zaman bedenimi yersiz yere ele geçirmelerini çok terbiyesiz, çok düşüncesiz buluyorum. ben ona bütün siz'leri yakıştırırken siz merak etmeyin.. biraz sizli bizli olmak lazım. ego dediğin yüz verdiğin an cıvıyan bir yaratık. şükür ki egolarımızdan akıllıyız da bunları dile getirebiliyoruz. namaste !

28 Ekim 2011 Cuma

asıl ger çek düş
geç it kak geç
kaç yüz bin yıl geç
kır kan al
kır kan al
sakın
karış karış kapan yol yakın
dile sap otla kına aç
uç kız uç gelin uç
sorun kesin ve kalın
- işyerinde neden herkes senin için farklı farklı konuşuyor?
- ha o benden dolayı. İnsanların içlerini dışa vurmalarına sebep oluyorum da.
- nasıl?
- diyorum ki insanların ağzı torba değil büzesin, konuşuyorlar işte, durduramıyoruz. malum insan soyu olarak severiz bize verileni sonuna kadar kullanmayı. insan neden konuşur biliyor musun?
- neden?
- ben de bilmiyorum. şu anda bile bilmiyorum, neden konuşuyorum seninle?
- anlaşmak için olmasın?
- ne üzerine, neyin anlaşması? ah Edip ah, şimdi anlıyorum seni.
- hiçbir şey anlamadım dediğinden.
- ben de onu diyorum, anlaşmaya gerek var mı? sadece bir anlaşma mı bu? nereyi imzalıyoruz?
- aman be, işim var gidiyorum!
- ya tamam gitme gitme, şaka yapıyorum… şunu demek istiyorum aslında, evet ben de çıplak görmek istiyorum seni ve bunun için konuşmam gerekiyorsa, konuşurum. niye konuşmayayım hem? öyle veya böyle kaçacak gözlerimden zaten seni ne kadar güzel bulduğum. bir öküzün treni izlemesi kadar sana sonsuzca bakabilme hakkına sahip olmak istiyorum mesela. bazen de tren geceyi nerede geçiriyorsa, onu orada uyurken görmek istiyorum. uyurken insanların yüzü ele verir kendini ve ben yüzünün elini tutmak istiyorum.
ne de olsa bir anlaşmadır bu. sadece bir anlaşma...

26 Ekim 2011 Çarşamba

- hiçbir şey hatırlamıyorum.
- çok mu sarhoştun?
- sanırım, hatırlayamadığıma göre.
- ben hiç unutmadım, en azından iyi parçalarını ayırdım kendime. geri kalanını da zamanın akışına bıraktım. her şeyi bıraktım, kafa ütülemeyi bile. artık ütülerini bozuyorum insanların.
- ütü bozmak dedin de aklıma geldi, geçen demiştim ya sana hani kafayı kendimle bozdum diye. işte o kendimle tanıştım sonunda, iyi çocuk, seversin sen de. tanı...
- bilmem ki. tanısan seversin demenden korktum bi an. ama beni en çok korkutan ne biliyor musun? eğer sen diye bir şey olmasaydı, büyük ihtimalle ben diye bir şey de olamayacaktı. yalnızlığını anımsayan tanrılar gibiyiz. bugün çok mu şiir içtik ne, sarhoş gibiyiz yine.
- evet, saçmalamaya başladın desek daha doğru olur. saçmalamak da komik bi fiil, bir şeyi sanki saçmayla sarmalıyormuşsun da o şey saçma hale bürünüyor gibi.
- bir hediye paketi gibi mi?
- naylona sarılmış ciğer de olamaz mı. kediler ne saçma buluyordur kesin bunu !

21 Ekim 2011 Cuma

sinemadayım. film başlangıcının sessizliğinde henüz, ve ben karnımın guruldusunu cep telefonumun titremesi sanıyorum. tam elimi atarken telefona anlıyorum kandırıldığımı. "büyük çapta kandırılıyor olmamız, birbirimizi küçük çapta günaşırı kandırdığımızdan." diyor filmden bir adam. film başlamış olmalı, ben şaşkın, sağıma soluma bakıyorum, "hey ahbap, sen beni mi takip ediyorsun?" çocukken öğrendiğim amerikan türkçesi hemen her zaman göstermiştir etkisini. bir "bak dostum, beni anladığını biliyorum, o yüzden kapat şu kahrolası çeneni" ve şaşkınlık sıralarını boş geçmeyen seyircilerin bakışları arasında sıkışıyorum. o kadar sıkışıyorum ki kendimi tuvalete atıyorum. her pisuvarın tepesinde bir ekran. cümlesi kafamda hala yankılanan adam yine karşımda. doğru tahmin etmişim, beni takip ediyor. şüphelerinden arınmış biri olarak sosyal sorumluluğu yumruklarımda hissediyorum. hemen salona girip, uyarmak istiyorum insanları ve filme katılıyorum. seyirciler ne olduğunu bile anlamadan süzülüyorum içeri perdeden. filmde bir sinema salonunda uyurken buluyorum kendimi. uyuduğumu fark etmiş olmam ne garip, bunu sanırım rüya görmemden anlıyorum. bazen de anlamıyorum kimin rüyası bu. 'hişt kalk hadi bitti, uyudun yine bütün film'

19 Ekim 2011 Çarşamba

r'leri söyleyemeyen çocuk

hakikati sordum
kıramadım geçmiş aheste bi'yara
sargısı kalbimin kan içinde yüzüm kaç sarı
arsız bi'gecenin göğü yok sayması
işte sığmaz kor ateşe sarılmaz elim
kara gibi bu rol durmak işten değil
ve ölmek gibi bi'şer yaşamak da
ve epeyce kuru adım attığım şu bahçe

reis! dedim sonunda kaptana
bu karalık da neyin nesi
durmaz ise gemi öyle derin göğsüm yarıldı
yar gibi yar bu çığlık sesten ince

alternatif son:
hakikati soydum
başucuma koydum
ben bir yalan uyduydum

18 Ekim 2011 Salı

- ilk dizedeki şiiri okudun mu? 
- okudum. ne güzeldi. ama sanki bir harf yanlış yere konmuş. 
- bende kayboldum o harfi bulayım derken sonra kafamı kaldırmamla beraber gördüm, duvar saati yerinden oynamış. sinirlendim, nasıl bensiz oynayabilirdi, oynamayı bu kadar sevdiğim halde, bile bile. ayıp laflar ve hemen ettim yerinden onu ve duvar, çırıl çıplak baktı bana. ne kadar yüzsüzsün duvar, gözlerini göremiyorum, sana da gerekli ihtimamı, zoraki liyakati gösteremeyeceğim kusura bakma. anlaşamadığımız konular var bir kere. tamam sınırlar candır, bende de var. hepimizin sınırları var. sinirlerle çevrili insanın içi, birbirlerine sınırlılar insanlar, haritalarımız sinirli. ama her şeyin de bir sınırı var ! çünkü sınırlar biz kendimizi içlerine hapsedelim diye değiller mesela, nerede duracağımızı bilmemiz için varlardır en fazla. mamafih sıkıntı şu ki, sınır aşılabilirse sınırdır, yoksa duvardır o. şu duvarların dili olsa da öpüşsek diyen ünlü türk delisine şapka çıkarmamak işten değil. 
- geçen gün de hiç hesapta yokken, sanki hesapta olabilirmiş gibi, dedi ki bir arkadaşım, rüyamda yumurtanın beyazından bulutlar pişiriyordum. bu rüya mı tabiri mi diye sordum, sustu., gözleri dışına fırlamış bir o gibi şööööyle bir gerindi, ve dedi ki: 
- sen üçe bölünmüşsün. 
- onu çözdüm evet, bir lisan bir insan ya hani. ben de üç lisan içinde geziniyorum işte, ahah.
- kendinle fazla barışıksın. artis misin belli değil !
- pekâlâ... bu bar, dağı taşıran son ı, şık oldu.

15 Ekim 2011 Cumartesi

bugün burger king'e gittim, önce açtıkları şarabı beğenmeyip geri yollattım. big king'i allah için çok güzel yapmışlar, aşçıyı masama çağırıp dedim "çok güzel olmuş, tebrik ederim". hava yağmurluydu dışarı çıkıp Taksim'e geldiğimde, bir adam "klimalı şemsiye" diye bağırıyordu. güzel bir fikirdi, bir şemsiyeyi daha çok sevdiremezdi belki ve alacak param bile yoktu ama fikri bile yolumu değiştirdi. artık kararımı vermiştim, kuruyordum ilk derneğimi: potansiyeli olanlar üşenmesinler cemiyeti. gereken evrakları toplamak için kimliğimle notere gittim. bana kaydımın burada olmadığını söylediler, burada derken nerede diye soramadan dedi ki ikametiniz yok gözüküyor beyefendi, devletimin memuruyla gözgöze ben, bey ve efendi ve mukimsizlik... devletimin demişken demez olaydım, demiş bulunmaz olaydım, devbirkötülüktanrısı mı sürgit bir hal miydi bu devlet. bi de hangi devlet? United States of Minds. sizi gidi sizi. geçenlerde tanrıyla aram bozulmuş olmasa, çağırırdım da döverdi sizi bi güzel. onu bile içime gömdünüz. kendime baktıkça yas matem içim karardı. ama karanlığın bi iyi yanı var, ışığın katma değeri artıyor. ışını bol bulduk saçalım, yok ya! demişti bir türk alimi zamanında. neyse işte karanlıktan çıkar gibi çıktım noterden. sokaklar yağmur kokuyordu, yağmur ne kokuyordu bilmiyordum, o an sevindim. bir şeyin kendisini kokluyordum. üşüdüm, ceketime sarıldım, evin yolunu tuttum. ama evin yoluna bakılırsa pek tutulmak istemiyordu. birkaç adım ve evin yoluyla selamlaştık, ne zaman dönersin dedi, sen beni bekleme dedim, güneş aradı da az önce, boğazda bugün çok güzel batışım var gel de iki yüzünü göreyim yoksun epeydir dedi. sormadı bu yağmurda ne gün batımı diye... bulutlarla konuşmuş olmalıydı.